15 Kasım 2010 Pazartesi

Türk Kıroluğu Temsilcileri

 Selam sevgili dostlar… Sınavlarımı bitirmiş olmanın rahatlığı üstüme çökmüşken artık fazlaca geciktirdiğim yazımı yazma vaktinin geldiğini biliyorum. “Oğlum sen de beklet, beklet sonra özür dile, yok yeaaaaa” demeyin. Vallahi zor lan sınavlar, “şemsiye–popo” ilişkisinden bile beter. Hatta “şırınga-popo-kan” üçlüsünü içeren sınavlardı. Neyse bu kötü sınav zamanlarını unutalım. Zira hala götümün bir yanı acıyor. Şimdi yazıma gelelim. Bu yazımda size çok önemli felsefe okullarından bahsetmek istiyorum. Tikicanlar gibi “felsefe ne yaaaaa, sorry ama cok sıkıcı yaneeeee” demeyin. İki kelam okumak için devam edin, sonucunda entel hissedeceksiniz. 4 saniyelik kullanım garantisi veriyoruz. Hissetmezseniz de muhtemelen kullanıcı hatası diyerek sallamayacağız. Neyse uzatmadan başlıyorum.
Türk kıroluk felsefesinin son iki uzantısı: Nihatizm ve İsmailizm.

 Nihatizm; Nihat Doğan'ın kurduğu felsefe okuludur. Temelini türk kıroluğu felsefesinden alır. Edebi, ilimden üstün tutması en önemli özelliğidir. Zira kendileri “ilim deryasından ettim bir damla ilim talep, ilim en son dediler, önce edep önce edep” demiştir.* Eğitimli insanın edebi olmadıktan sonra hiç olacağını savunmuş, bunu da 80 yaşındaki Türk insanlarının söylemlerine dayandırmıştır. Ahiret ve tanrı inancı tam olarak mevcuttur. Ancak bu inancı farklı bir şekilde yorumlamıştır. Nitekim "Eğer ruhlarımızı ortaya koyacaksak senin ruhunla benim ruhum ortaya gelecekse Allah’ımın üstüne yemin ederim ki senin ruhun benim ruhum önünde diz çöküp tövbe ister." sözleriyle inanç anlayışını ortaya koymaktadır.  Onun için ahiret "ruhların hesaplaşacağı" yerdir ve tanrı “hesaplaşmanın hakemi”dir. Semavi dinlerin aksine tövbe, “tanrıdan af istemek” değildir; büyük olan ruhun, küçük olanı dövmesidir. Ayrıca Nihat Doğan fikirlerine oldukça önem verir. Fikirlerin her daim kalıcı olacağını, naçiz bedeninin ise bir gün toprak olacağını belirtir. Bunu, "Nihat Doğan sakal gibidir. Kestikçe daha gür çıkar" sözlerinde fikrî sonsuzluğa işaret etmesinden anlıyoruz. Onun için sonsuzluk fikirlerde yatar, bu fikirlerin yok olması amaçlansa dahi her zaman güçlenerek geri dönecektir. Burada, kıroların  dün var oldukları gibi yarında var olacakları sonucunun, fikriyata yansıması görülebilir. Sonuçta, kırolar ilk başta oldukları gibi şimdi de varlıklarını korumaktadır. Onun için dürüstlük, elde edilmesi zor, bir erdemdir. Herkes “sahte okey”dir. Gerçek okeye ulaşmak, ancak kıroluk felsefesinin ulaştırabileceği bir makamdır. “Sahte okey” kavramı kahvelerdeki öğrencilerinin durumu daha net kavraması için önemlidir. Zira bu felsefenin önemli yanlarından biri de, seviyeyi olabildiğince düşürüp, sadece elit bir kıro kesim tarafından anlaşılabilmeye dayanır. Söylenenler anlaşılmaz imgelere sıkıştırılmıştır. Anlayabilmek, gerçek kıroluk felsefesini büyük oranda kavramaya bağlıdır. Sevgi, onun için çok yücedir. Kolay elde edilemez. Bir kadın itinayla sevilir. İkili ilişkilere dair düşüncelerini “bir tanesinden bir tanesine” adlı eserinde toplamıştır. Ayrıca kalp bir kere kırılır, cam gibi dağılır.** Giyinim, bir kıronun en önemli göstergesidir. Nerede parlak pantolon, gömlek, ceket varsa giyilmelidir. Kıroların rütbeleri yükseldikçe, giyilen giysinin kumaşı o derece parlak olmalıdır. Günümüzün en geçerli kıroluk felsefelerindendir.

 İsmailizm; Nihatizm’e tepki olarak, Almanya’da doğmuştur. Kurucusu, İsmail YK’dır. Bu görüşe göre edebin ve ilmin birbirlerine göre üstünlüğü yoktur. Zaten bu görüşe göre, ilim ve edep denen bir şey yoktur. Önemli olan yapılan magandalıktır. Ayrıca ona göre, herkes kafasına göre takılmalıdır. Sevgi, insanı mahveden şeydir. İnsana bin cefa çektirir, bin defa öldürür. İkili ilişkiler uzak durulması gereken kötü şeylerdir. Aşk acısının intikamı arabalardan çıkarılmalıdır.*** Nihayet, “çıtır çıtır beni ye”  diyerek ilişki anlayışının darlığını ortaya koymaktadır. Önemli olan hatunu çok ya da az sevmek değil, götürebilmektir. “Şappur şupur beni öp” sözünden ben de bir bok anlamadım. Nasıl bir öpme şekli lan o? Araba parçalayan, hatun götürmeye çalışan ve bu gibi nedenlerle, genellikle kıroların magandaları kapsayan kısmına hitap eder. Onun için fikirler, sonsuz değildir. Kendisi ölünce her şey biter, kalabalık dağılır. Her şeyi anlık yaşar, o an içinde biter. “Allah belanı versin” adlı eserinde inanç ve sevgiye hakkındaki görüşlerini bir araya toplamıştır. Onun için tanrı cezalandırma aracıdır. Gerisini boş ver gitsin. İbadet şekli arka arkaya çeşitli enstrümanları acemice çalmaya dayansa da bunu sadece kendisi becerebilmektedir.**** Her konserde sanatçı adına Tanrıya bir hatun kimse kurban edilir. Bilinen kurbandan farklı olarak, kurbanın görevi yalnızca ayılıp bayılmaktır. İsmailizm’in en ayırıcı özelliği ise sanal aleme verdiği önemden kaynaklanır. İsmailizm ile birlikte kıroluk felsefesi çok ciddi bir modernizasyon sürecine girmiştir. Bu konudaki görüşlerini “bombabomba.com” ve “facebook” adlı eserlerinde toplamıştır. Sokaktaki kıroların sanal aleme taşınması, klasik kıro felsefesinin modernizasyonu açısından en önemli adımdır. Bu dönüşüm gereklidir, olmak durumundadır.

 İşte dostlarım, size son dönemlere damgasını vurmuş iki önemli felsefe okulundan bahsettim. Yapılmış olan gözlemler esnasında birçok kimsenin kendi benliğini kaybetmiş olduğunu söylemem de fayda var. Diyeceğim o ki, sakın psikolojik destekçileriniz olmadan nihatizm ve ismailizm yanlılarını gözlemlemeyiniz. Ben işin sınırında kalmış şanslı bir kimseyim. Herkes benim gibi şanslı olmayabilir. Bu haftaki yazımı Nihat Doğan’ın şu sözleriyle bitiriyorum: Ben, seni çok sevdim. Sana olan bu aşkım kıyamete kadar... ama sadece bu dünyadaki kıyamet değil öbür dünyadaki kıyamet de dahil(burada sıçtığını fark etti ve toparlamak için şunu söyledi) eee!? öteki dünyada huri verirlerse yerine seni seçeceğim. Esen kalın dostlar.

*Kaynak: Okan Bayülgen’in “Kingo Disco” programı.
**Kaynak: Nihat Doğan “kırdın kalbimi” parçası.
***Kaynak: İsmail YK  “Allah belanı versin” klibi.
****Kaynak: İbrahim Tatlıses “İbo Show” programı.

2 Kasım 2010 Salı

Hey Kankalar!

  Geçen yazdığım yazıyla kendimi sizlere tanıtmıştım. Madem tanıştık, kankayız artık. N'aber kanka? Bu arada, merak ediyorum, nasıl bir şey bu kankalık kurumu? Kan kardeşlik, en azından iki bin yıllık bir gelenek olduğunu biliyorum, böyle zulüm görmemiştir.  Kan kardeş  kankalığın evrimleşmiş hali mi? Bilemem, ama bildiğim bir şey varsa, kolpa olduğudur.  Ayrıca  sadece "selam"laştığı için akşamına feysbukta arkadaşlık teklifi gönderen güruh gözümden kaçmıyor. Selam versin, ekle, bir daha görüşme... Bir önceki yazımın başlığından gaza gelen olursa, son derece megalomanca itiraf ediyorum, avucunu yalar.

  Birkaç gün evvel arkadaşlarla eğlenmeye gittik. Şarkılar, türküler filan... Çapraz masadaki kız o kadar yüksek sesle şarkılara eşlik ediyordu ki, hepimizin dikkatini çekti. O kadar ilgilendik ki, çıkma teklif edecektik, ama sonra fark ettik, karanlıkta bile vahşete düşüren yüz ifadesi neden o kadar yüksek sesle şarkıya eşlik ettiğini anlatıyordu. Gerçi bu, geleneksel kızların anlaşılmamak üzere yaptıkları feysbuk oyunları gibi bir şey mi diye merak ediyorum? “Nasıl da anlaşılmazız erkekler bizim ne dediğimizi bilemedi, bence çok etkileyiciyiz holley!” amacı yerine bu hatun kişi, “bakın, ne güzel şarkılar söylüyorum, ne yaptığımı anlamayan erkekler beni dinliyor holley!” amacını taşıyor olabilir mi? Belki… Aslında kızların meşhur feysbuk hareketlerinin de göğüs kanseriyle ilişkisini anlamadım, kesilen memelerini çantalarında mı taşıyorlar? Mümkün… Bir kadının çantasından nelerin çıkacağını bilemezsin tabii. Aman canım neyse, aynı gece,ilerleyen dakikalarda fazla sıvı tüketiğim için prostat psikolojisine girdiğim anlarda tuvaletin hep dolu olması acayip canımı sıkıyordu. Sonra fark ettim ki, dolu filan değilmiş. Bildiğin, ışığını açık unutmuşlar. Buna neden olan şahıs, şikayetim üzerine "Prostatlar Sendikası" tarafından kırmızı bültenle aranıyor. Yakaladıklarında ... Hemen fesatlık yapmayın, adamlar zaten prostat öyle bir şey yapamazlar. Sadece "neden böyle yapıyorsun canım kardeşim?" diyeceklermiş. Tabii birinin bunu yapması gerekiyordu artık.

  Ailece televizyon izlemeyi seviyoruz. Bu şekilde çok ciddi aile bağlarına sahip olduğumuzu sanıyoruz. Salak değiliz, orta halli bir Türk ailesiyiz sadece. Favori programımız “evcilik oyunu”dur. O kadar içten, o kadar samimliler ki, duygusal anlarda bildiğin ağlıyoruz. Denizin ortasında partneri kaçırılan balık etli hatunun haline çok üzülmüştük misal. Gerçi o kadar kameranın önünde bir insan nasıl kaçırılır anlamadık ama yine de duygulsala bağladık. Söyledim ya, orta halli bir Türk ailesiyiz diye. Ayrıca “yok böyle dans” adlı yarışma da gözdelerimiz arasına girmeyi bekliyor. Hele Güneri Civaoğlu’nun o kıvrak ve bir o kadar etkileyici dansı bizi bizden aldı. Bir baktık, ana, baba,bacı, kardeş epey dans ediyoruz yani. Sonra “n’oluyo’ lan!?” dercesine birbirimze bakıp sessizce koltuklarımızdaki yerlerimizi aldık. Çok utandık birbirimizden, ancak bir yandan da Güneri Civaoğlu’na özendik. Garipti. Zaten ünlülerimizin para amacı gütmeden sadece eğlenmek(?) amacıyla bunları yapması güzel de neden salakça oturup bunları izleriz? Affedersiniz, salak değiliz, sadece orta halli bir Türk ailesiyiz. Ayrıca o televizyon kumandası nasıl bir hakimiyet göstergesidir arkadaş! “Buraların kralı benim lan.” Mesajı ancak bu kadar güzel verilebilir. Anlamadığım bir nedenle bu hakimiyete kayıtsız şartsız babalar hakim oluyor. O kadar özeniyorum ki, televizyon kumandasına sahip olmak üzere baba olmak istiyorum. Taşıyıcı anne tekliflerine açığım. Babam yine “zap” yapmaya başladı. Evet, şu anda resmen babama imreniyorum. Hiç takmadan, fikir sormadan zap yapıyor adam. Sanırım dünyanın en güzel anıdır onun için. Onun için dünyanın en güzel anı olsa bile benim için kötü bir yandan da… Babam ne zaman zap yapsa beni sallamıyor. Hayır, sallamaması neyse de adam bir anda muhteşem bir pazarlık yetisi kazanıyor. “Baba arkadaşın doğum günü var, gidebilir miyim?” ve babamın cevabı “git.” Şimdi can alıcı noktaya geldik “bir 50 lira iyi olurdu.”  babamın cevabı “cebimden 20 lira al” ister istemez “tamam.” Diyorum. Neden tamam diyorum onu da bilmiyorum, öyle bir havası oluyor ki, “tamam” demek zorunda hissediyorsun kendini. Yücelerden yücesin televizyon kumandası…

  Okulumda, üniversiteye yeni başlayan arkadaşların deyimiyle, “vizeeeeeeeeee!!!11” dönemindeyiz. O nedenle bu yazıyı biraz geç yayınlamak durumunda kaldım. Umarım sizleri çok kızdırmamışımdır. Ayrıca o “vizeeeeeeeeeeee!!!11” yazan adamı bir yakalarsam... Bu sefer yanlış anlayabilirsiniz, bu kafayla her şey muhtemel. Herneyse sevgili dostlarım artık ayrılık vakti, haftaya yeni bir yazıyla görüşmek dileğiyle, esenlikler...

26 Ekim 2010 Salı

Selam

1991, İstanbul doğumluyum. İlkokulu mahalle mektebinin küçük binasında, ortaokulu büyük binasında bitirdim. Ortalama bir anadolu lisesi mezunuyum. Anadolu lisesi demişken, küçüklüğümde anadolu yarımadasındaki liseler olduklarını sanırdım. Annem "anadolu lisesi kazanır inşallah" dediğinde ağlardım kuytu köşede. Annem ve babam neyse de arkadaşlarımdan ve İstanbul'dan ayrılma fikri kötü gelirdi . Epey küçüktüm yani, salak sanmayın. Neden özgeçmiş gibi bir giriş yaptım, bilmiyorum. Ne kadar daha saçmalayacağım, emin değilim. Ancak bokunu çıkarırsam, sayfadan çıkmanızı öneririm. Aslında çıkmayın, yazdığımın okunmaması fikri kötü geldi. Ağlarım, annelerimiz "yemeğini bitir, yoksa melekler ağlar" derdi ya, işte öyle ağlarım. Gerçi ağlayınca şebeğe benzeme durumu oluyor ama bu konuya girmemekte fayda var. Bu konuyu böylece kapatalım bence. Evet, sustum.
  Yazdıklarım bazı tespitlerden oluşuyor. Sosyal mesaj değil amacım, yok öyle güldürürken düşündürmek... Oldum olası iki işi aynı anda yapabilmiş değilim zaten. Sadece gördüklerimi yazacağım, güzel bir şekilde aktaracağım. Araya da bir iki ayar sıkıştıracağım. Seçimdeki siyasi parti liderleri gibi konuştum. Evet, halkın içinden, halktan bir adam. Osman Tarakçıoğlu... Tamam, tamam o sondaki "-oğlu" yok. Siyasi arenada iş yapar diye şimdi uydurdum. Ayrıca sizler için bir vaadim var; umumi tuvaletler "25 kuruş" olacak. İnsanlarımın en temel ihtiyaçlarını "1 lira"ya karşılaması beni çok üzüyor.  Bozuk döner filan dağıtıyoruz ayrıca. Ama sorun değil nasılsa tuvaletler "25 kuruş" artık. Neyse bunu uzatmayalım. Ama üstünde durmak istediğim şudur; neden bir siyasi lider tutamayacağı vaatlerde bulunur? Hadi bulundu, neden insanlar olmayacağını bile bile elleri patlayıncaya kadar alkışlar? Sırf kahvede muhabbeti dönsün diye yapıyorsanız, haberiniz olsun, uçan kafa atmak istiyorum alayınıza. Hayır, o bir kenara, bir de utanmadan "bunlar da söyledi, söyledi ama icraat yok yeaa" diyorsunuz lan. Ayrıca "yiyor ama yapıyor" diyenler için "klişe sevenler derneği" kurulmuş, hepinizi bekliyorlar. Sinirlendim iyice, ben bir su içip geliyorum.
  Geldim dostlarım. Biraz sakinleşmişken, konuyu değiştireyim. Çevreme karşı sevecen biriyimdir. Mevlana gibi adamım vesselam. Hatta şiirini bile biliyorum. "Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz." ne güzel değil mi? Gerçi bu Yunus Emre'ye ait ama ne fark eder? Bütün Tasavvuf şairi bilgimiz ikisiyle sınırlı değil mi? Bu arada, böyle şiirleri filan severim. Okurum arada, kendimi entel hissederim. Entel hissetmesem de k'yi q, v'yi w yapanlardan bir farkım olur. Öyle yapan insanları da anlıyorum tabii, özentilik zor zanaat artık. Hatta alfabemize "q,x,w,ß,é" eklenmeli, onlarında yıllardır süren açlıkları sona ermeli. Anadilde eğitim emolarında hakkı değil midir? Böyle de özgürlükçüyümdür.  Genel olarak bir boktan haberim olmasa bilebilirmiş gibi yaparım. Bilirim ki; bir Türk erkeği doğuştan siyasetçi, spor otoritesi, sosyolog ve psikologdur. Bu özelliklerden birine bile sahip olmayan ülkeyi terketsin!
  Geçenlerde düşünceler içinde yüzdüğüm bir esnada ne kadar edebiyat düşkünü bir  toplum olduğumuzu fark ettim. Toplum olarak "yaprak dökümü" ve "aşk-ı memnu"da kim kime vermişse, 3 saniyenin altında sayabiliriz. Bunlar Türk edebiyatının önemli klasikleridir. Bunu bilmek bizim için bir ödevdir. Ayrıca "Dünyayı Kurtaran Adam" ne kadar saçmaysa amerikan üssünü 4 kişinin yerle bir etmesi de o kadar mantıklı gelir. Kurtlar Vadisi'nin çok gerçekçi olduğuna inanıyoruz. Geçen evde, o gazla, İsrail bayrağı filan yaktık yani. O derece... Her zaman böyle makul yapımlarla gelseler, hem "madem Türk'sün, göster ürksün" cümlesinin sağlamasını yapsak, hem de gerçekçi ve edebi yönümüzü geliştirsek. Arada belirtmeden edemeyeceğim, bu kadar güzel bir şekilde toplumsal olayları takip ederim işte. Ve biliyorum ki, "harika günler" çok yakında, vizyonda.
  Evet dostlarım, ilk yazımda biraz kendimden bahsettim. Haftaya kimseye vermeyin, yani söz, yani yazı için... Siz, siz olun, benim düştüğüm hataya düşüp Mehmet Ali Birand'ın sunduğu haber bültenini izlemeyin. Esenlikler efendim...